12 Ağustos 2015 Çarşamba

Sarıyer - Kireçburnu'nda Bir Günbatımı

 
Çok çocukça bir histi dün yaşadıklarım. Çocukça derken, negatif anlamda değil, “bu yaptığın iş çok çocukça olmuş” derken gibi değil yani. Tam tersine, çocukken, Ankara’dan İstanbul’u ailecek gezmeye geldiğimiz günlerdeki gibi hissettiğim saf duygular: “Bu İstanbul ne kadar değişik bir şehir baba”.

Ankara hepimizin bildiği gibi memur kentidir, öyle marjinal insana pek rastlamazsınız – rastlayamazdınız.  O yüzden her İstanbul’a gelişimde, gezdiğimiz turistik yerlerde, Türkiye’nin ve tabii dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş çeşit çeşit insanları gördüğümde çok heyecanlanırdım. “Dünya şehri olmak, böyle bir şey herhalde” derdim kendi kendime.

Özellikle tarihi yarım adayı gezerken siyah çarşaflısından (“baba bunlar niye siyah çarşaf giyiyor, Arap mı bunlar”) Avrupa’dan mini şortuyla gelmiş sarışın kızlarına derken, bambaşka bir dünyada hissederdim kendimi.

Dün Sarıyer’de, İstanbul’la ilk tanışmamdan sanırım yirmi yıl sonra, aynı saf duyguları yaşadım. Sarıyer sanki İstanbul’un son yirmi yılındaki hızla değişiminden kendini soyutlamış, yirmi yıl öncesi güzelliğiyle karşıladı beni. Sahilde balık tutan insanlar, şezlonglarını kıyıya çekmiş güneşlenen, kitap okuyan her yaştan ve cinsten (bu zamanlarda bu tarz halka açık mekanlarda kadın görmek zor olduğu için özellikle belirtmek istedim) insanlar, boğazda yüzenler (delikanlısından tut, simit ve kollukla boğazın akıntısına karşı başarıyla yüzen çocuklar), “mangal yapılmaz” tabelasının tam arkasında mangalını kuranlar, biraları ve rakılarıyla günbatımına doğru kafalarını çekenler, ailecek çekirdek çitleyenler, “giden geminin ardından bakarız” temalı düğün fotoğrafı çektirenler, tuvaleti geldiği için ağacın dibine doğru fıskiye misali işini gören çocuklar, çingeneler, dar ve orta gelirliler, pahalı restoranlardaki ünlü simalar…

Dün Sarıyer’de ben yine 10 yaşındaydım, İstanbul’un karmaşası ve kozmopolitliğindeki saflığı gördüm ve yine o çocukça duygularımla heyecanlandım. Değişen tek şey sanki sadece boğazın Karadeniz’e açıldığı kısımdaki o muazzam görüntüyü bozan 3. Köprü inşaatıydı…

 

 

 

6 Ağustos 2015 Perşembe

Tatil Sonrası Rehaveti




Sıcak kumlardan serin sulara atlamak mı?

Serin kumlardan sıcak sulara atlamak?


Yazın genelde sıcak sulara atlıyoruz, hatta Antalya dolaylarında otellerde çalışanlar artık sıcak sulardan çıkan müşterileri memnun etmek için deniz çıkışı soğuk havlu uygulamasına geçmişler.

Allah’ım bu küresel ısınma beyinleri de mi ısındırıyor acaba? Niye sıcağı soğutmaya, soğuğu da ısıtmaya bu kadar meraklıyız?

İş yeri neden bu kadar soğuk ve boynum sürekli tutuluyor?

 

İnsan işteyken nasıl mutlu yazılar yazabilir bilemiyorum.

Kafamı toplayamıyorum bile, çok fazla rahatsız edici faktör var

Işıklar suni

Bilgisayar ekranı var, ışın yayıyor sürekli

 

Tatilde o tertemiz havayı teneffüs ederken insanın beyni, klimanın verdiği yapay havaya göre daha güzel, daha bir yaratıcılık dolu çalışıyor sanırım.

Tatil dönüşü çok zor ya motive olmak.

Ne yapmak lazım bilemiyorum.

 

Bütün günümü haftamı çeşitli aktivitelerle dolduruyorum, daha az düşünmek, daha az sorgulamak için mi acaba?

Prayer in C Robin Schulz dinleyip, o kliptekiler gibi yaşamak istiyorum ama sanırım bunun için çok yaşlandım.

 

Derken aklıma bir anım geldi. 19 yaşımda Bordeaux’un Cerons kasabasında (köyü de denilebilir) bir gençlik kampındayım. Kamp liderimiz Minna Lamminpaa, Finlandiyalı, 30 yaşında. O zaman çok şaşırmıştım.

Ben 30 yaşıma geldiğimde acaba nerede olacağım diye düşünmüştüm.

Herhalde gençlik kampına gidiyor olmam diye düşünmüştüm.

Bizi bu kafaya şartlandıran nedir acaba? 19 yaşımda bile 30 yaşına geldiğimde kesinlikle işi gücü evi arabası yerine göre eşi çocuğu olan biri olmayı kafaya yazmışız bile.

Minna 40 yaşını geçmiştir şimdi, acaba nelerle uğraşıyor?

 

Ne kadar garip değil mi, hayatımızdan kimler neler ne hayatlar geçiyor ve kaçını takip edebiliyoruz, kaçının farkındayız?...

Drifted away, wave after wave

Sürükleniyorum misali dalgalarla, bu hissi de ilkokulda yüzmeyi yeni öğrenmeye başladığım sıralarda hissetmiştim. Kendimi dalgalara bırakmıştım (ortaokul da olabilir, yeni yüzme bilen biri kendini bu kadar rahat dalgalara bırakamaz herhaldeJ) Özellikle benim gibi kontrol freak birisi. Boğulmak acaba böyle mi oluyor diye düşünmüştüm, yavaş yavaş, yumuşak yumuşak, kumlar ayağının altından kayarken.

Geçenlerde zaten bir yazı okumuştum, öyle Hollywood filmlerinde gördüğümüz gibi boğulmuyormuş aslında kimse, suyun dışında çırpına çırpına, bir kere su yuttun mu zaten yavaş yavaş gidiyormuşsun dalgalarla beraber, drifted away, wave after wave . . .

 



Tatil sonrası normal (!) hayatına alışmaya çalışan mühendisin notları