18 Kasım 2015 Çarşamba

Kendime Farkındalık

Neye layık oldugunu düşünüyorsan ona göre adım atmaya başlamak, kendine farkındalığın göstergesidir.

Sana, fikirlerine, görüşlerine, eylemlerine değer veren, bunu sana hissettiren, gelişime açık, vizyoner, bilgi konusunda transparan EQ sahibi kişilerle çalışmaya layık hissediyorsan kendini bu akıma sen de katıl. #kendimefarkindalik #eqisimportant #neyelayiksanonagoreyasa #layiginibul

2 Kasım 2015 Pazartesi

Koruncuk Vakfı için, Korunmaya İhtiyacı olan Çocuklar için . . .


Bu sene 15 Kasım 2015 günü İstanbul Maratonu’nda ben 10 km koşacağım.

Ülkemizdeki binlerce korunmaya ihtiyacı olan çocuk için Koruncuk kahramanı olup, Koruncuk vakfına destek olmak için koşacağım.

Koruncuk vakfı, “Çocuk köyleri” ile ihmal görmüş ve kişisel varlığı tehdit altında olan korunmaya muhtaç çocukları okul öncesi yaştan başlayarak; sağlıklı gelişmelerini sağlayıp, eğitim imkanı sunarak, kişisel yeteneklerini geliştiriyor ve geleceğe hazırlayıp topluma kazandırıyor.


Soranlarınız oluyor, neden koşuyorsun diye.

İlk başladığım zamanlarda, kendi sınırlarımı tanımak ve daha ileriye götürmek, büyük bir organizasyonun bir parçası olmak ve onlarca insana ulaşmak, onlarla bağlantı kurmak için koşuyordum.
Ama artık neden koşuyorum?  
Ben insan olduğum için, insanın insana destek olması, yardımcı olması ve insandan insana sadece iyi niyet, sevgi, dostluk ve kardeşlik aktarılması gerektiğini düşündüğüm için koşuyorum.

Ben yerimde durmuyorum; bir şeyleri değiştirebilmek, adımlarımla çevremdekileri harekete geçirmek için koşuyorum. 

Ben barış için koşuyorum, ben aşkla koşuyorum . . .

Dolayısıyla koşumu destekleyebilirsen çok mutlu olurum. Kendim için değil, korunmaya ihtiyacı olan çocuklar için.

Korunmaya ihtiyacı olan çocukları desteklemek için buradan bağış yapabilirsin:
https://bagis.adimadim.org?ccid=CC5508


Kampanyamın son durumunu merak ediyorsan:
http://ipk.adimadim.org/kampanya/CC5508

27 Ekim 2015 Salı

Neden Koşuyorum ?


Önce insan kendi için koşar, vücudunu hareket ettirmek, spor yapmak, kendi sınırlarını keşfetmek... 10 km koşmadan önce benim bildiğim sınırım 6 km'ydi, hayatımda ilk defa geçen sene 2014 yılının Kasım ayında İstanbul Maratonu'nda 10 km koştuğumda ise bu sınırımı yükseltebileceğimi gördüm. Bundan sonra Antalya ve Bozcaada'da hiç durmadan 10 km koşabildikten sonra, İstanbul'da koştuğum parkurun şans eseri olmadığını, gerçekten 10 km koşabildiğimi kendime de kanıtlamış oldum. 

 

İnsanın koşarken aldığı keyif ve bir hedefi bitirmenin verdiği haz dışında aslında insanın onlarca insanla birlikte bir maratonda, bir organizasyonun parçası olarak çok büyük bir sosyal ortamda, onlarca insanla aynı duyguları paylaşarak, aynı ulvi amaca hizmet vererek koşması ise kelimelerle anlatılabilecek bir duygu değil sanırım. Yaşayıp görmek deneyimlemek gerekiyor böyle bir duyguyu. Senin kendi imkânlarınla (kendi bedeninle, kendi nefesinle, kendi ön çalışmaların ve gayretinle) bir insana, bir topluluğa, bir organizasyona destek verebiliyor olmandır bu anlatılamaz duyguyu yaratan.

 

Neden koşuyorum, kendim için koşuyorum, kendi sınırlarımı tanımak ve daha ileriye götürmek için koşuyorum.

 

Neden koşuyorum, büyük bir organizasyonun bir parçası olmak ve onlarca insana ulaşmak, onlarla bağlantı kurmak için koşuyorum.

 

Ama aslında neden koşuyorum?

 

Önceki nedenlerin hepsini bırakın: Ben insan olduğum için, insanın insana destek olması, yardımcı olması, insanın insanın yanında olması ve insandan insana sadece iyi niyet, sevgi, dostluk ve kardeşlik aktarılması gerektiğini düşündüğüm için koşuyorum.

 

Ben barış için koşuyorum, ben aşkla koşuyorum. . .







6 Ekim 2015 Salı




Yaşadığım çevreye uymak yerine, yaşadığım çevreyi güzelleştiriyorum. Yani, elimden geldiğince . . 

Sanırım artık kendimle ve Esenyurt'la barıştım.

13 Eylül 2015 Pazar

Carnaval Latino - Dans, Doğa ve Müzik iç içe



Sanırım uzun zamandır bu kadar güzel ve keyifli bir ortamda bulunmamıştım. Sarıyer ormanları içinde Mehmet Akif tabiat parkında bir festival alanı. Yeşillikler içinde.


Bu güzel mekanda güzel insanlar tango, salsa, cha cha, bachata yapıyorlar, hep beraber, dans pisti üzerinde.


Doğa ve dans, daha güzel bir ikili bulunamaz sanırım :)


Kafanı yukarı kaldırdığında masmavi gökyüzüne serpiştirilmiş yemyeşil ağaç dalları ve yaprakları, sağa çevirdiğinde piknik masasında köftesini yiyip ayranını içenler, hemen yanı başımda dans etmekten büyük zevk duyan insanlar...


İstanbul gibi mega bir kentte, her gittiğin yerde kazıklanmadan günü bitiremediğin o şiki miki ortamlara inat uzunca bir süre giriş ücretleri yarı fiyatınaydı. Böyle kalitede bir müzik ziyafetini bu kadar uygun bir fiyata yaşamak, benim gibi hayatını fiyat performans oranına göre şekillendiren bir mühendis için bulunmaz bir hazine :)


Gelelim konserlere. Dans gösterilerinden sonra (ki biraz geç gittiğim için maalesef çoğunu kaçırdım ancak arkadaşlarımdan dinlediğime göre İstanbul'un önemli dans okullarından hocalar salsa vb. danslarin temel adımlarını göstermişler) ilk çıkan grup: Rodry Go and Dancers.


Nasıl desem, böyle bir dans yok:) O kadar keyifli, hareketli, eğlenceli müzikler çalıyorlardı ki, sanırım 1 yıllık dans ihtiyacımı bu grupla gidermiş olabilirim:) resmen bir latin partisi tecrübesi yaşattılar bize. Birçok popüler şarkının salsa versiyonlarını çaldılar. Hani filmlerde görürüz ya, sokaklarda samba müzikleri çalarken binlerce insan aynı anda sokaklarda dans ederler. Öyle bir tecrübe işte. Kendilerini önceden hiç dinlememiştim, yalan yok ama bundan sonra dinleyeceğim kesin.


İkinci çıkan grup da Mercadonegro ve Orkestrası. Tam anlamıyla bir latin orkestrası. Daha çok klasik latin parçaları çaldılar. Bu yüzden çıkan ilk gruptan sonra enerjisi düşük geldi denilebilir. Etrafımdaki dans eden kişilerin birden azalmasından bunu çıkarıyorum çünkü ben klasik latin müziklerine de bayılırım ve tüm konser boyunca yerimde hiç duramadan sürekli dans ettim:)


Ve Ayhan Sicimoğlu. Ben bu adamı zaten çok severim. Doğal, kendine has tarzı. Hani bu tarz insanları elitistlikle falan suçlarlar ya, insanın elitistten çok halkın adamı diyesi geliyor Ayhan Sicimoğlu'na. Bir kaç kez canlı izleme fırsatı da buldum kendisini. Bir kere Babylon Asmalımescit'te, bir kez de Datça'nın denize nazır Amfi tiyatrosunda. Pazar günü saatin biraz geç olmasından mı, uzun eve dönüş yolunun yarattığı kaygıdan mı, yoksa başka birşey mi bilemedim ama bu sefer Ayhan Sicimoğlu ve orkestrasının enerjisi biraz düşük geldi. Benim algılayışımdan mı yoksa gerçekten öyle miydi tam karar veremiyorum.  En son Datça'da izlediğimde Ayhan Bey'in anlattığı hikayeler, solist kubali kadın Suami'nin sempatikliği, grup içindeki dinamizm hiç aklımdan çıkmıyor. Ancak belki de konserden biraz erken çıkmak durumunda olduğumuz için de bütün gösteriyi kaçırdığım için böyle düşünüyor da olabilirim.


Her ne olursa olsun, çok güzel bir festivaldi. Böyle festivaller hep çoğalsın isterim. Sanırım ihtiyacım varmış böyle bir dans, doğa ve müzik ziyafetine. Özellikle bu son zamanlarda,  insana gerçekten hayatta zevk aldıracak etkinliklerin bir bir azaldığı bu dönemlerde...


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Sarıyer - Kireçburnu'nda Bir Günbatımı

 
Çok çocukça bir histi dün yaşadıklarım. Çocukça derken, negatif anlamda değil, “bu yaptığın iş çok çocukça olmuş” derken gibi değil yani. Tam tersine, çocukken, Ankara’dan İstanbul’u ailecek gezmeye geldiğimiz günlerdeki gibi hissettiğim saf duygular: “Bu İstanbul ne kadar değişik bir şehir baba”.

Ankara hepimizin bildiği gibi memur kentidir, öyle marjinal insana pek rastlamazsınız – rastlayamazdınız.  O yüzden her İstanbul’a gelişimde, gezdiğimiz turistik yerlerde, Türkiye’nin ve tabii dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş çeşit çeşit insanları gördüğümde çok heyecanlanırdım. “Dünya şehri olmak, böyle bir şey herhalde” derdim kendi kendime.

Özellikle tarihi yarım adayı gezerken siyah çarşaflısından (“baba bunlar niye siyah çarşaf giyiyor, Arap mı bunlar”) Avrupa’dan mini şortuyla gelmiş sarışın kızlarına derken, bambaşka bir dünyada hissederdim kendimi.

Dün Sarıyer’de, İstanbul’la ilk tanışmamdan sanırım yirmi yıl sonra, aynı saf duyguları yaşadım. Sarıyer sanki İstanbul’un son yirmi yılındaki hızla değişiminden kendini soyutlamış, yirmi yıl öncesi güzelliğiyle karşıladı beni. Sahilde balık tutan insanlar, şezlonglarını kıyıya çekmiş güneşlenen, kitap okuyan her yaştan ve cinsten (bu zamanlarda bu tarz halka açık mekanlarda kadın görmek zor olduğu için özellikle belirtmek istedim) insanlar, boğazda yüzenler (delikanlısından tut, simit ve kollukla boğazın akıntısına karşı başarıyla yüzen çocuklar), “mangal yapılmaz” tabelasının tam arkasında mangalını kuranlar, biraları ve rakılarıyla günbatımına doğru kafalarını çekenler, ailecek çekirdek çitleyenler, “giden geminin ardından bakarız” temalı düğün fotoğrafı çektirenler, tuvaleti geldiği için ağacın dibine doğru fıskiye misali işini gören çocuklar, çingeneler, dar ve orta gelirliler, pahalı restoranlardaki ünlü simalar…

Dün Sarıyer’de ben yine 10 yaşındaydım, İstanbul’un karmaşası ve kozmopolitliğindeki saflığı gördüm ve yine o çocukça duygularımla heyecanlandım. Değişen tek şey sanki sadece boğazın Karadeniz’e açıldığı kısımdaki o muazzam görüntüyü bozan 3. Köprü inşaatıydı…

 

 

 

6 Ağustos 2015 Perşembe

Tatil Sonrası Rehaveti




Sıcak kumlardan serin sulara atlamak mı?

Serin kumlardan sıcak sulara atlamak?


Yazın genelde sıcak sulara atlıyoruz, hatta Antalya dolaylarında otellerde çalışanlar artık sıcak sulardan çıkan müşterileri memnun etmek için deniz çıkışı soğuk havlu uygulamasına geçmişler.

Allah’ım bu küresel ısınma beyinleri de mi ısındırıyor acaba? Niye sıcağı soğutmaya, soğuğu da ısıtmaya bu kadar meraklıyız?

İş yeri neden bu kadar soğuk ve boynum sürekli tutuluyor?

 

İnsan işteyken nasıl mutlu yazılar yazabilir bilemiyorum.

Kafamı toplayamıyorum bile, çok fazla rahatsız edici faktör var

Işıklar suni

Bilgisayar ekranı var, ışın yayıyor sürekli

 

Tatilde o tertemiz havayı teneffüs ederken insanın beyni, klimanın verdiği yapay havaya göre daha güzel, daha bir yaratıcılık dolu çalışıyor sanırım.

Tatil dönüşü çok zor ya motive olmak.

Ne yapmak lazım bilemiyorum.

 

Bütün günümü haftamı çeşitli aktivitelerle dolduruyorum, daha az düşünmek, daha az sorgulamak için mi acaba?

Prayer in C Robin Schulz dinleyip, o kliptekiler gibi yaşamak istiyorum ama sanırım bunun için çok yaşlandım.

 

Derken aklıma bir anım geldi. 19 yaşımda Bordeaux’un Cerons kasabasında (köyü de denilebilir) bir gençlik kampındayım. Kamp liderimiz Minna Lamminpaa, Finlandiyalı, 30 yaşında. O zaman çok şaşırmıştım.

Ben 30 yaşıma geldiğimde acaba nerede olacağım diye düşünmüştüm.

Herhalde gençlik kampına gidiyor olmam diye düşünmüştüm.

Bizi bu kafaya şartlandıran nedir acaba? 19 yaşımda bile 30 yaşına geldiğimde kesinlikle işi gücü evi arabası yerine göre eşi çocuğu olan biri olmayı kafaya yazmışız bile.

Minna 40 yaşını geçmiştir şimdi, acaba nelerle uğraşıyor?

 

Ne kadar garip değil mi, hayatımızdan kimler neler ne hayatlar geçiyor ve kaçını takip edebiliyoruz, kaçının farkındayız?...

Drifted away, wave after wave

Sürükleniyorum misali dalgalarla, bu hissi de ilkokulda yüzmeyi yeni öğrenmeye başladığım sıralarda hissetmiştim. Kendimi dalgalara bırakmıştım (ortaokul da olabilir, yeni yüzme bilen biri kendini bu kadar rahat dalgalara bırakamaz herhaldeJ) Özellikle benim gibi kontrol freak birisi. Boğulmak acaba böyle mi oluyor diye düşünmüştüm, yavaş yavaş, yumuşak yumuşak, kumlar ayağının altından kayarken.

Geçenlerde zaten bir yazı okumuştum, öyle Hollywood filmlerinde gördüğümüz gibi boğulmuyormuş aslında kimse, suyun dışında çırpına çırpına, bir kere su yuttun mu zaten yavaş yavaş gidiyormuşsun dalgalarla beraber, drifted away, wave after wave . . .

 



Tatil sonrası normal (!) hayatına alışmaya çalışan mühendisin notları

23 Temmuz 2015 Perşembe

Ova Bükü'nde Bir Gün

Ovabükü'nde çok tatlı bir pansiyonun restoranındayız. Duyduğumuza göre buranın pidesi çok güzel. Bunu babamdan duyduğuma göre inanmamak zor zaten:) "Molto bueno" sesleri gelirken kulağıma bir masadan, bu küçük pansiyonun oyun parkına gittik Mete'yle. Sarı uzun saçları olan 10 yaşlarında çok tatlı bir kız, kardeşine Italyanca birşeyler anlatırken oradan sarı bluzlu bir kız: "Senin adın ne" diye sordu uzun sarı saçlı tatlı kıza.
"Adriana" dedi kız. Türkçe biliyor olması hoşuma gitti.
"Kardeşinin adı ne" diye sordu sarı bluzlu esmer kız . O da:
"Davide" dedi.
"Sizin isimlerinizin türkçesi ne" diye sordu sarı bluzlu esmer kız .
"Italyanca olduğu için türkçesi yok" dedi. "Benim yengem de japon" dedi sonra esmer kız.
Orada dayanamadım ve "hadi canım" dedim kıza, inanmıyorum.
"Evet öyle, adı da Sio" dedi (yanlis anlamış olabilirim:)).
Sanırım ortamdaki en normal çocuk ismi Çınar'dı:) Ova bükünde kuş sesleri ve ağustos böcekleri vızıltısı kulaklarımda yankılanırken, asma yapraklarından yapılmış bir çardağın altında rahat ama yüzü solmuş eski bir koltuğun üstünde yazıyorum bu satırları. Oğlum mutlu mesut yeni arkadaşlarıyla parkta oynuyor. Bense bakalım bundan sonra Istanbul'da bizi neler bekliyor diye düşünmeden edemiyorum nedense...
Onların yüzündeki ışığa ve mutluluğa bakarken, yüksek binaların arasına sıkışmış her yeri plastik oyun parkında, haftasonu göçmen bakıcısıyla oynayan, hırçın, mutsuz çocuklar aklıma geliyor birden... Annesi babası kimbilir hangi işin peşinde koşmakta...

O yırtık hamakta uyumak lazım belki de...

16 Şubat 2015 Pazartesi

Rio I love you

14 Subat aktivitesi okarak gittiğimiz film. Uzun zamandır bu tarz filmlere gitmemiş biri olarak çok hoşuma gitti. Yani filmdeki ambiyans hoşuma gitti yoksa konu olatak New York I love you'dan bir tık daha geriydi diyebiliriz.
Filmdeki bale sahnesine bayıldım. Baleye gitme zamanım gelmiş :)